Tanpınar’ın Bilinmeyen Bir Senaryosu Üzerine Notlar:

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yıllarca İ. Ü. Türkiyat Enstitüsü’nde bekleyen terekesini sayfa sayfa dijitalleştirerek gün yüzüne çıkarma sürecimizin daha başındayken bile, bu kağıtlar içinden sinemaya ait bazı çalışmalar çıkacağını tahmin ediyordum. Bu nedenle tamamlanmamış da olsa iki senaryosuyla karşılaşmak sürpriz olmadı. Son yıllarında fotoğraf gibi sinemaya da derin bir ilgi duyduğunu, senaryolar yazdığı bildiğimiz Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler adlı romanından uyarladığı bir senaryosu 1998’de İki Ateş Arasında adıyla kitaplaşmıştı.[1] Tanpınar hakkındaki ilk kapsamlı biyografiyi kaleme alan Ö. F. Akün, bu senaryoların geçim kaygısıyla yazıldığını söylese bile Tanpınar’ın sinemayla ilgilenmesini sadece bununla açıklamak yetersiz kalacaktır. Günlüğünü ve mektuplarını dolduran notlardan da anlaşıldığı gibi sinemayı seven, ciddi ve dikkatli bir seyirci var karşımızda.

Tanpınar’ın sinemaya duyduğu ilgi birdenbire ortaya çıkmış bir heves de değildir. Onun kadar gözleriyle yaşayan, dış dünyayı büyük bir iştahla seyreden, resim sanatıyla yakından ilgilenen, romanlarında, hikayelerinde manzara duygusunu kuvvetle hissettiren bir yazarın önünde sonunda bu alana girmesi kaçınılmazdı. Bütün romanları böyledir ama özellikle son romanı Aydaki Kadın’ın diyalogları ve sahne betimlemeleriyle sinema diline olan yakınlığı ayrıca incelenmelidir. Hatta Tanpınar’ın bir romanı sinemaya uyarlanacaksa bu öncelikle Aydaki Kadın olmalıdır. Tamamlanmamış hikayesinin senaryo yazarına bıraktığı açık uçların kışkırtıcılığı bir yana, yazarın bazı sahnelerde son derece sinematografikleşen anlatımı da iştah uyandırıcıdır.

Tanpınar’ın dilindeki görselleştirme çabasını, seyretme tutkusunu göz önüne alınca, sinema alanındaki çalışmalarının yaşasaydı daha ileri noktalara varabileceğini söylemek aşırı yorum sayılmamalı. Özellikle ömrünün sonuna doğru gerçekleştirebildiği Avrupa seyahatlerinden sonra (bunlardan biri Paris’teki Filmoloji Kongresini takip etmek içindir) sinemaya duyduğu ilginin artması fotoğraf makinasının sunduğu imkanlardan etkilenmesi, görselleştirmenin büyüsüne kapılması, derslerinde sık sık sinemanın büyük örneklerinden söz etmesi Tanpınar’ın sanatında izlenmesi gereken bir süreçtir.

Gelelim arşivinden çıkan senaryo taslaklarına: Bunlardan biri işin daha çok başında vazgeçilmiş bir roman uyarlamasıdır. Daha önceki bir yazımda da söz ettiğim gibi, ilk romancılarımızdan Nabizade Nazım’ın Zehra adlı romanını “İki Sevgi Arasında” adıyla senaryolaştırmak istemiştir Tanpınar. Osmanlı toplumunda güzel, zeki, yetenekli esirlerin sınıf atlama şansına sahip olduğunu, ancak bu uğurda çevrilen entrikaların kurgu sanatında yeterince işlenmediğini söyleyen Tanpınar’ın senaryo işine girişir girişmez Zehra’yı seçmiş olması anlaşılır bir tutum. Bu romanda ilk defa ezilen, horlanan esirlere romantik bir yaklaşımla acımak yerine, genç, güzel bir cariyenin evin hanımı olmak için verdiği mücadeleyi okuruz. İyi ve kötülerin kesin hatlarla ayrılmadığı, kişilerin olaylar içinde durmadan değiştiği bir roman olarak Zehra, çatışma unsurunu geliştirmek için de güçlü bir malzeme sunar senaristine. Roman, birini erotik tutkuyla, diğerini psikolojik saiklerle sevdiği iki kadın arasında savrulan iyi yetişmiş bir erkeğin sokak serserisine dönüşmesini anlatır. Aşk, tutku, intikam, cinayet temalarıyla yüklü romanı incelediğimiz derslerde, senaristlerin neden bu romana ilgi göstermediğini şakayla karışık konuşurduk. Tanpınar da bizim gibi düşünmüş olmalı ki, muhtemelen para kazanmak için yaptığı bir senaryo uyarlamasında, kendi ifadesiyle “aşkın bir çeşit sadizm olduğu” bu elverişli hikayeden yararlanmak istemiştir. Hazırladığı senaryo taslağında kişiler arasındaki ilişkileri gösteren bir şema, mekan seçimleri ve bazı diyaloglara yer verdiğini görüyoruz. Buna göre film, Sirkeci’de bir otelde, Piyer Loti’de, dönemin ünlü eğlence mekanları Konkordiya ve Kristal’de, Tavukpazarı ve Tatavla’da geçecek, romanın en etkili bölümlerinden olan tulumbacıların yangın söndürme sahnesine geniş yer ayrılacaktır.

Yüzük” adını taşıyan ikinci senaryo taslağı, “İki Sevgi Arasında”ya göre daha iyi işlenmiş ve özgün bir çalışmadır. Günlüğünün 21 Kasım 1961 tarihli sayfasından Tanpınar’a polisiye bir senaryo sipariş edildiğini öğreniyoruz. Bunun üzerine daha önce başladığı bir taslağı geliştirmeyi düşünür. Bu senaryo, arşivindeki notlar arasında eksik bir halde bulunan “Yüzük”tür. Aşağıdaki cümlelere bakılırsa Tanpınar, biraz para kazanmak hevesiyle giriştiği bu senaryodan çok da memnun değildir:

“21Kasım 1960: Dün Mazhar’la Park Otel kahvesinde. Benden bir polis romanı senaryosu istedi. Ben evvelki sene yaptığım senaryo taslağını buldum. Yazık ki biraz lymphatique. Sadece intime sensation’lar ahenk ve ahenk kırılışları var. Bir polis romanının esasını yapan örgü, renoument’a giden akış ve suspend yok. Biraz düşünmek lazım. Yahut birinin yardımı. Olursa ve biraz para gelirse beni bir yükten kurtarır” (Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, İ. Enginün – Z. Kerman, Dergah Yayınları, 2007, s.238).

Siparişten sonra Tanpınar’ın elindeki taslak üzerinde ne gibi değişiklikler yaptığını kesin olarak söylemek mümkün değil, ancak bu senaryoda önceki çalışmasından farklı olarak sinema diline ve tekniğine daha hakim olduğu görülüyor. Tanpınar sadece bir hikaye anlatmakla yetinmemiş, kameranın atmosfer yaratmak için hangi açılardan hareket edeceğine, kişilerin yüzünde, hangi psikolojilerin yakalanması gerektiğine, gerilimi yönlendirecek melodinin devreye nasıl gireceğine kadar ayrıntılı notlar almıştır.

Senaryonun hikayesi şu andaki bilgimize göre yarım olmakla birlikte (sürmekte olan arşiv çalışmasından konuyu bütünlüğe ulaştırabileceğimiz başka sayfalar da çıkabilir), elimizdeki haliyle dahi Tanpınar’ın ne yapmak istediği rahatça anlaşılıyor.

Hikayenin en çarpıcı özelliği tamamen Boğaziçi’nde geçen bir polisiye olmasıdır. Olayın merkezinde Tanpınar roman kahramanlarını hatırlatan bir erkek vardır. Beylerbeyi’nde oturan, sinema meraklısı, tarihe ilgi duyan, aynı zamanda iyi bir fotoğrafçı olan İbrahim Görgeç, işiyle gücüyle meşgul modern bir adamdır. Portresindeki özellikler “sakin, biraz romanesk, balığa düşkün, etrafında olup bitene meraklı biri” olarak devam ettirilir. En çarpıcı yönü ise “senaryo yazarak geçinmeyi aklına koymuş” olmasıdır. Tanpınar, romanlarında olduğu gibi burada da baş kişisine otobiyografik bir özellik eklemiştir. İbrahim, o günlerde Kabakçı Mustafa isyanı üzerine bir senaryo yazmaktadır.

Hikayenin akışında birbirini izleyecek epizotların, olayların geçeceği mekanların, sahneye dahil olacak kişilerin maddelenerek notlanması, bitirilmemiş bile olsa senaryolu takip edebilmemizi kolaylaştırıyor. İlk üç epizotun birden fazla şekillerde yazılması, Tanpınar’ın bunlar üzerinde çok çalıştığını gösteriyor. Belki de bu çeşitlemeler, siparişten sonra eski taslak üzerinde çalışırken yapılmıştır. Sonraki epizotlar giderek sadece kısa notlar halinde sıralanır. Onları geliştirmeye zaman bulamamış olabileceği gibi yazmaktan vazgeçmesi de mümkündür.

Siparişi aldıktan yedi gün sonra “Şayet senaryoyu oynayacak insan bulursak konuşmada Hayri Bey’in (komiser), yahut İbrahim’in ağzından bu söz söylenebilir” diye günlüğüne not düşmesinden senaryoyu geliştirmesinin bazı şartlara bağlı olduğu anlaşılıyor(s.243).

Senaryoda üzerinde ayrıntılı olarak çalıştığı epizotlardan ilki filmin açılış sahnesi olduğunu düşündüğüm bir vapur yolculuğudur. Beylerbeyi’ne doğru yol alan  Boğaz vapurunda hikayenin başlıca kişilerini görürüz. Daha sonra iskeleden evine yürümekte olan İbrahim’in mahalle esnafıyla şakalaşmasına tanık olur ve yalısında verdiği yemek davetinde hikayenin öteki kişilerini de tanırız. Bu sahnenin çerçevesini şöyle çizmiş Tanpınar:

Vakit akşamdır. İlk manzara bir teşrin grubu olacaktır ve Köprü’nün kalabalığı, sandalcılar, balık satıcıları, mevsim balığı satanlar… Kalabalığın içinde önce Sezai Bey, sonra Ümran görülür. Bu kısımda bütün alaka vapurun Anadolu tarafına bakan iki sırası arasındadır. Topkapı Sarayı üstünden akşam. Marmara açıkları. Kabataş önlerinden Beyoğlu sırtları. Nispeten uzaktan bir Üsküdar. Kuzguncuk’tan evvel vapur ışığında deniz. Vapur projektörü ışığında Beylerbeyi Sarayı. Birkaç yalının camında vapur ışıklarının akisleri.”

Aynı sahnelerin farklı şekillerde yazılmış halleri de olmakla birlikte, senaryoda aktarılan hikayeyi genel hatlarıyla şöyle özetlemek mümkün:

İbrahim, bir sonbahar akşamı Boğaz vapuru ile evinin bulunduğu Beylerbeyi’ne giderken çalıştığı kütüphanelerde sık sık karşılaştığı “durgun ve kibar bir adam” olan Sezai Bey’in yanında boş yer bulur ve selam vererek oturur. Daha önce trençkotunu çıkarmış ve hemen hemen aynı renkte iki trençkotun arasına asmıştır. İbrahim’in karşısında ise genç ve güzel bir kadın oturmaktadır. Biraz korkmuşa, hatta üzülmüşe benzeyen kadının (sonradan Ümran olduğunu öğreniriz) portresi şöyle çizilir: “Çok hırpalanmış, güzel kadın. Ömrünün meselelerinden hiç çıkamamış bir insan. Onlardan kurtulduğu zaman hayatı adeta yeni bir şey gibi keşfedecektir. Bunu bilir ve özler. Belki de asıl güzelliği bu hasretten gelir.” İbrahim yazmayı düşündüğü senaryodaki korku sahnesi için kadının çok uygun olacağını geçirir aklından. Onu seyrederken “her bekar gibi ayrıca sevebileceğini sandığı bir kadını gördüğü için mesut ve hülyalıdır.”

Vapur kalktıktan sonra kadının yüzü daha da değişir. Yanında oturan adamda ise tetikte durur gibi bir hal alır. İbrahim bu dikkatleri için “sinemayla meşgulüm diye her tarafta muamma görüyorum” diye kendisiyle alay eder. Fakat aynı anda vapurda genç kadını ve Sezai Bey’i göz hapsinde tutan tıknaz, çirkince bir başka adam daha olduğunu fark edemez. Senaryoda yükselen gerilimi ve hikayeye dahil olduğu anlarda bu çiçek bozuğu yüzlü tıknaz erkeği (Salim) sezdirmek amacıyla hafif bir melodi yükselecektir. Salim, “silik, fakat buna rağmen hareketli (daha ziyade adele hareketi) zaman zaman yüzünde ve gözlerinde sadist bir tebessüm” olan biridir. Islıkla  iki üç notalı kısa “adeta meşum denecek bir hava” çalmakta ve bazen orkestra veya sazla verilen bu melodi filmde bir motif gibi tekrarlanmaktadır. Vapur önce Üsküdar’a sonra Kuzguncuk’a uğrar. Kamera bu sırada vapurdan inip binenlere odaklanacaktır: “Yolcular, Boğaz ışıkları, sis ve hafif yağmur”. Tanpınar, senaryonun bu noktasına şu notları düşmüş:

Kamera Üsküdar ve Kuzguncuk iskelelerinde (manzara hariç) yalnız vapurun içinde girenler ve çıkanlar üzerinde çalışacaktır. Beylerbeyi iskelesinde bu çalışma daha geniş tutulacaktır: Yolcular: Memurlar, küçük esnaf, daktilolar, bir iki düşkün kadın: genç talebeler ve fakir insanlar. Kamera vapurun salonunda ve iskelede ayrı ayrı çalışacaklar tipik çehre, yorgunluk, eve girmek korkusu, evine erişmek saadeti gibi ifadeler arayacaktır. Bir küçük çocuk tespit edilir. Rejisör ve operatör bu iskelede karanlık sudan bir manzara yakalamağa çalışacaktır. Bu manzara sembol gibi filmin jeneriğinde de görülecektir. Bu manzaranın ifadesi: Bilinmez dediğimiz şey ve onun emrindeki insan kaderidir. İskelenin iki yanında Beylerbeyi kahvesinin önünde birkaç sandal. Rıhtımda bir yerde balık ağları.”

Yanındaki adam İbrahim’in pardösüsünün cebine bir yüzük koymuştur. Yüzüğü peşindeki tıknaz adamdan kaçırmak ister gibidir. Vapurdaki kadının gerginliğinden bu olaylardan haberi olduğu bellidir. Kağıt üzerinde bir kaç versiyonu olan bu sahneden sonra Beylerbeyi’nde vapurdan inen İbrahim, yolda gördüğü mahalle esnafıyla şakalaşarak o gece misafir ağırlayacağı yalısına gider. İbrahim yürürken cebinde bir başkasına ait bir sırrı taşıdığını bilir. Vapurdaki kadını ve adamı düşünür. Bir elinde şemsiyesi öbür elinde çantası vardır. Yağmur başlamıştır. Yüzüğün, İbrahim’in cebine konması gibi, onu farkedip saklaması da senaryoda farklı farklı şekillerde yazılmıştır.

Senaryonun en önemli mekanı olan yalı eski sayılmaz, 1927-28 yıllarında inşa edilmiştir. Bu durum hikayenin akışı için önemlidir. Döşenmesi konusunda da küçük notlar alınmıştır. Buna göre holde büyükçe bir masa, etrafında iki üç sandalye, bir vestiyer dolabı, üst kat merediveni, olacak; L harfi şeklindeki salon üç kısma kendiliğinden ayrılacaktır. “Şişman, mesut, cesur, tarafsız ve dikkatli bir kadın” olan hizmetçisi Ayşe Hanım, daha önceden gelen misafirleri karşılamış, sofrayı hazırlamıştır. Salonda Erol, pencereden denize bakmaktadır. Dip pencerede tanımadığı bir kadın bahçeyle meşguldür. Erol’un karısı Naciye radyoda istasyon aramaktadır.  İbrahim’in liseden arkadaşı olan Erol, savcı yardımcısıdır. “Rutinden sıkılan adam”dır, iyi hukukçudur. Karısı Naciye neşeli, dost bir ev kadınıdır. O gece yanlarında, İbrahim’e tanıştırmak için getirdikleri Sevim de vardır. Devamını Tanpınar’ın cümleleriyle okuyalım:

Sevim Hanım’ın babası Şazi Bey’i altı ay once meçhul bir otomobil çiğnemiştir. Erol o sırada Üsküdar Adliyesi’nde müddeiumumi muavini olduğu için Sevim’i tanımıştır. İngilizce hocasıdır. İyi tahsil görmüştür. Esmer veya kumral, vapurda gördüğü kadına, Ümran’a benzer. Fakat bu benzeyiş değişik şekillerde aynı merhalelerden geçmiş, aynı temayülleri olan insanların benzeyişidir. Sanat meraklısı bir kadın. Resimden, fotoğraftan çok iyi anlar. Musikiyi sever. Babası Şazi Bey, musikişinas, hattat ve tarih meraklısıdır. Babasını çok sever. Annesi öldükten sonra dul halasıyla ve babasıyla evinde yaşamıştır. İyi yemekten hoşlanır. Çocukluğundan beri tanıdığı Turgut’la evlidir. Onu başlangıçta çok sevdiğini zannetmiş, sonra yanıldığını anlamıştır. Babasının ani ölümü ve kocasının ortadan kaybolmasının tesiri altındadır. Bu işte bir sır olduğunu bilir ve durmadan onu kurcalar. Babasının notları arasında İbrahim’in ve komşusu Asım Bey’in oturdukları yalının adresini bulduğu için Erollardan kendisini bu eve götürmelerini fakat bir şey söylememelerini rica etmiştir.”

Her iki olayın adli incelemesini Erol üstlenmiş, ancak henüz bir sonuç alınamamıştır. Bu ölüm ve kayıptan sonra evlerine iki defa hırsız girmesi, özellikle babasının odasını karıştırılması Sevim Hanım’a birtakım tuhaf olayların içinde olduğunu düşündürür. Bu sırada, retrospektif bir sahneyle babasının meçhul bir araba tarafından ezilerek öldürüldüğü kaza anı gösterilir.

Sevim’in babasının notları arasında bulduğu defterde, başlangıcı III. Selim devrine kadar çıkan bir hazine hikayesi not edilmiştir. Tanpınar’ın sonradan üstü çizdiği paragraftan okuduğumuza göre, Vaka-i Hayriye’den biraz evvel Hüsnü Baba tekkesinin şeyhi Azmi Efendi mühimce bir serveti bu toprağa gömerek ortadan kaybolmuş, evin yerini ve servetin gömülü yeri de bir kitabın haşiyesine yazmıştır. Ailenin iki kuşak sonraki torunu Şaiz Bey, kitaptaki notları takip ederek İbrahim’in yalısına kadar ulaşmıştır.

İbrahim, Sevim’e babasıyla tanıştığını geçen yaz kendisini görmeye geldiğini, ve yalıyı gezdiğini anlatır. Hüsnü Baba Tekkesi’ni arayan Şazi Bey, Bektaşilere ait bir araştırma yaptığını söylemiştir. Şazi Bey’in İstanbul’daki Bektaşi tekkeleri hakkında hazırladığı kitabın müsveddeleri de kaza gecesi kaybolmuştur. Kaybolanlar arasında öldüğü sırada parmağında olan altın yüzük de vardır. Senaryoya da adını veren yüzük, o akşam vapurda İbrahim’in pardösüsünün cebine bırakılan yüzüktür. İçinde esrarengiz işaretler vardır. İbrahim misafirlerine bundan söz etmez. Bu arada İbrahim’in çeşitli İstanbul fotoğraflarından oluşan bir albümü olduğunu ve bunların da tuhaf bir şekilde kaybolduğunu öğreniriz.

Ertesi gün ögle vakti İbrahim rıhtımda balık tutarken Sezai Bey yanına gelir, konuşmak için birlikte yalıya giderler. Sezai Bey yüzüğü geri ister. İbrahim yüzüğü verirken en azından hikayeyi anlatmasını rica eder. O sırada içeriye giren komşusu Asım Bey yüzünden konuşma yarıda kalır. Sezai Bey, tekin biri olmayan Asım Bey’den tedirgin olmuştur, oradan hemen ayrılır.

Senaryonun bundan sonrasında, nereye nasıl bağlanacağı belli olmayan iki sahne daha nisbeten ayrıntılı bir şekilde yazılmıştır. Bunlardan biri geriye dönerek anlatılan Ümran’ın hikayesidir. Turgut, Sevim’le evlenmeden önce Ümran’la birliktedir. Aralarında güçlü bir bağ vardır ama Tunç Bar’da dansöz olarak çalışan Ümran, kendisini uyuşturucuya alıştıran Salim’den kurtulamadığı için Turgut’u terk etmiştir. Turgut bunun üzerine Sevim’le evlenmiş ve Şazi Bey’in öldürülmesini araştırırken Ümran’dan bilgi alabileceğini düşünerek yeniden onunla görüşmeye başlamıştır. Sevim’in bu ilişkiden haberi vardır.

Bir sonraki sahnede dört arkadaş, (Erol, Naciye, İbrahim ve Sevim) bir şeyler öğrenebilmek ümidiyle Tunç Bar’a gider ve sahnede Ümran’ın dansını seyrederler. Bu bölümde iç konuşmalarla ve yüz ifadelerindeki duygulara odaklanarak iki kadın arasındaki sessiz hesaplaşma izlenir. O sırada içeriye komiser Hayri Bey girince, barda bulunan Salim ortadan kaybolur. Ertesi gün İbrahim kahvaltı yaparken, haşarı, bıçkın bir İstanbul çocuğu olan gazete dağıtıcısı Ömer, yanına gelir ve Üsküdar Nuh Kuyusu civarındaki bir cinayeti haber verir. Gazeteyi okuyan İbrahim bu adamın yüzüğü almak için gelen Sezai Bey olduğunu anlar. Aynı anda Erol telefon eder ve soruşturma için komiser Hayri’nin onu evinde ziyaret edeceğini söyler. Komiser ile İbrahim arasında uzunca bir sorgulama diyaloğu geçer.

Geliştirilmemiş, küçük bir notta, İbrahim’in ertesi gün kütüphaneye gittiği ve araştırma yaptığı yazılır.  Hikayenin bundan sonrası birbirine nasıl bağlanacağı kestirilemeyen notlarla doludur. Bu notlardan, Ümran’ın öldürüleceğini, Tunç Bar’ın aslında İbrahim’in komşusu Asım Bey’e ait olduğunu, Küplüce’deki esrarengiz evi, İbrahim ve Sevim’in ayrı ayrı bu eve gittiğini, Salim tarafından tuzağa düşürülerek bodruma hapsedildikleri sırada Ömer tarafından kurtarıldıklarını, rıhtımda bir adamın öldürüleceğini, Komiser Hayri Bey’in araştırmasını genişletince eski bir dosyada ipuçları bulacağını  ve olayları çözeceğini okuruz.

Yüzük senaryosu, sipariş edildiği gibi heyecanlı ve sürükleyici bir polisiye çizgisinde ilerlemekle birlikte, hikayenin akışında Tanpınar edebiyatının tipik bazı unsurlarını görmemiz de mümkündür. Bunların başında, aralarında muhtemelen bir aşk hikayesi gelişecek olan İbrahim ile Sevim’in taşıdıkları özellikler geliyor. Sevim’in daha önceden tanıdığı ama kendisini anlamayan, sevmediği bir erkekle evli olması (Turgut), kocasının kendisine göre alt sınıftan bir kadınla (Ümran) onu aldatması, hikayedeki baş kişileri bir araya getiren dost çevresi (Erol ve Naciye), rindmeşrep, görmüş geçirmiş bir orta yaş erkeğinin (burada komiser Hayri) yemeğe, özellikle balığa olan düşkünlüğü ve bunun bir motif gibi sık sık dile getirilmesi Tanpınar’ın hemen hemen bütün romanlarında karşılığını bulduğumuz bir ilişkiler ağını örnekliyor. Tabii senaryoyu asıl ilgiye değer kılan, mekan olarak tamamen Boğaziçi’nde geçmesi ve III. Selim devrine, Bektaşi tekkelerine, tasavvufa uzanan hikayesiyle Tanpınar’ın yazmayı sevdiği temalara bağlanmasıdır.

Bu ayrıntılar bir yana, genel olarak sürükleyici bir Yeşilçam polisiyesinin çerçesevsini taşıyan senaryo için keşke çekilseymiş, keşke Tanpınar setlerde kameranın yanında durup özellikle İstanbul’u hangi açılardan nasıl görmesi gerektiği konusunda yönlendirseymiş dememek mümkün değil.  Böyle bir filmin Tanpınarseverlere en az yedinci sanatın sıkı bir örneğini seyretmek kadar haz vereceğini kestirmek zor olmasa gerek.

[1] Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi bünyesinde kurduğumuz Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi tarafından sürdürülen çalışmada, yazarın terekesi tasnif edilerek yayıma hazırlanmaktadır. Evrak arasında İki Ateş Arasında’nın elyazmaları da vardır. Bu sayfalarla kitap halinde yayımlanmış metin ayrıca karşılaştırılacaktır.

Handan İnci, Rabarba, Kasım 2017.